Aleviliğin terminolojisinde en sık kullanılan kavramlardan biri de Rızalık kavramıdır. Hakk meydanında durmanın ve ibadet edebilmenin ilk şartı Alevi öğretisine göre canların birbirlerinden razı olmalarıdır. Hiç kimsenin başka birisinin üstünde herhangi bir hakkının bulunmaması gerekir. Cem ibadetine katılan kişiler çeşitli sebeplerden dolayı birbirlerinden razı değillerse bu durum giderilene kadar Cem’e devam edilmez. Bu uygulama inanç önderleri olan Dedeler içinde geçerlidir. “ Pir” posta oturmadan önce Cemaaten Rızalık almak zorundadır. Aksi takdirde Muhammed-Ali makamına oturamaz ve temsilcilik görevini yerine getiremez.
Burada kişilerin dünyevi statülerine bakılmaksızın barış, hoşnutluk, eşitlik , aşkı-muhabbet, yani Rızalık aranır. Dargınlıklar, küskünlükler ve günlük yaşamda insanlar arasında çıkan sorunlar, Rızalık yöntemi çerçevesinde toplumun önünde giderilmeye çalışılır. Alevi inancının en önemli ilkelerinden biri sayılan rızalık prensibi bu anlamda sosyal barışın sağlanması yönünde kendi içerisinde kapsamlı ve etkili bir yöntem niteliği taşımaktadır. Çünkü, haksızlığa uğradığını düşünen bir insana, kendi derdini veya problemini toplumun huzurunda anlatma olanağı sağlanmaktadır. Kişi herhangi bir sebepten ötürü razı değilse Cem meydanına gelir, secdeye varıp niyaz eder ve neden razı olmadığını toplumun huzurunda anlatır. Orada bulunan canlar anlatılanı dinler ve çözüm yönünde fikirler beyan edilir. Makul bir çözüm bulunana kadar konu pirin önünde müzakere edilir ve en sonunda toplumun çözüm önerisi ortaya çıkmış olur. Böylece haklı, haksız belli olur ve varsa bir yanlışlık giderilmiş olur.
Toplumun verdiği karara taraflar uymakla yükümlüdürler. Alevilikte kulun kuldan razı olması, hayati önem taşıyan bir ilkedir. Aksi takdirde Hakk’ın kullardan razı olmayacağı var sayılır. İşte bu düşünce tarzı günümüzde demokrasi diye adlandırılan fikrin, adeta ruhunu yansıtmaktadır. Kanaatimizce insanların bir çoğu önyargılı davranmayıp sadece Cem erkânının “Rızalık Alma” bölümünü izleseler, pratikte demokrasinin nasıl yaşandığını görürler. Barışmayı, adil davranmayı, eşitliği, hoşnut olmayı amaçlayan rızalık düşüncesini ön plana çıkaran Alevilik inancı, bu bağlamda bütün dünyaya örnek olabilecek bir uygulama sergilemektedir.
Rızalık Aleviler için sadece Cem ibadeti ile sınırlı kalan bir davranış değildir. Bu düşünce tarzını bir Alevi, hayatın bütün alanlarında uygulamak zorundadır. Günlük yaşamını sürdürürken yapacağı her işte, kul hakkına sonuna kadar riayet etmelidir ve mümkün mertebe insanların Rızalıklarını almalıdır. Rızasız hiçbir işe kalkışmamalıdır. Bilerek etrafındaki hiçbir insanı dili, dini, ırkı ve rengi ne olursa olsun kandırmamalıdır. Her daim Hakk’ın Rızasını almalı ve gözetmelidir.
İçinde yaşadığımız toplumu karakterize eden etkenleri daha öncede çeşitli bağlamlarda dile getirmiştik. Rekabet ve kâr etme üzerine kurulan ve dolayısıyla da egoizmin hakim olduğu günümüz toplum yapısında, Rızalık gibi bir davranış modeline büyük bir ihtiyacın olduğu kesindir. İnsana, insan olduğunu hatırlatan bu mukaddes anlayış, Alevi inancının hümanist yapısını ortaya koyan en güzel örneklerden bir tanesidir.
Cem erkânı içinde “Rızalık alıp-verme” kendine özgü ritüeller çerçevesinde yapılır. Bu ritüellerin uygulanması, sosyal-psikolojik açıdan çok önemlidir. Kişi toplumun huzurunda sıkıntısını belirtip çözüm arar. Anlatılacak problem şahıslar arasında bir durum olmaktan çıkıp toplum düzeyine taşınır. Böylece toplumsal bir durum haline gelir. Haklı veya haksız, toplumun vereceği karar sonucunda belirlenir. Bu süreç, kişinin psikolojisini derinden etkiler çünkü, sorun aleni bir hal almıştır artık. Haksız olan tarafın üzerinde ister istemez bir baskı unsuru oluşur. Buda dolayısıyla diğer toplum fertleri tarafından dikkate alınır ve örnek teşkil eder. Böylece insanlar hayatlarında daha dikkatli davranıp Rızalığa özen gösterirler. Aksi takdirde toplumun huzuruna çıkıp hesap vereceklerini bilirler. Bu tür uygulamalar sayesinde Alevi toplumu barışçıl bir felsefe ve kültür geliştirmeyi başarabilmiştir. Yargı ve sorgularını kendi içerisinde yapıp resmi mahkemelere her dönemde çok nadir gitmişlerdir. Bilindiği üzere mahkeme kararlarında her zaman bir kazanan bir de kaybeden taraf olur. İnsanlar zaten “mahkemeyi kazandım” veya “kaybettim” derler. Oysa Rızalık düşüncesinde kazanan ve kaybeden şeklinde bir psikoloji oluşmaz. İnsanlar razı edilir. Elbette burada da bir haklı birde haksız vardır. Fakat yaklaşım tarzı ve kullanılan dil çok farklıdır. Bu bağlamda birinci derecede toplumsal barış gözetilir. Toplumsal barış ve birlik sağlanınca , yanlışa düşen kişilerde rahat bir psikoloji içine girerler. Neticede haklı da haksız da kazanan taraflar olarak karşımıza çıkarlar. Hak meydanında birliğin sağlanması, Rızalığın en önemli kriterlerinden bir tanesidir. Bu süreçte olay kişisellikten çıkartılarak toplumsallaştırılır. Rızalığın sağlanabilmesi için taraflar ve orada bulunan cemaat ciddi bir gayretin içine girerler. Rızalık sağlandıktan sonra, yani kişiler hatalarını telafi edip birliğe varıldıktan sonra, toplumsal barış sağlanır.
Sonuç olarak, Rızalık düşüncesi, günümüzde insanların arasında çıkan ihtilafları giderebilmek için çok önemli bir model niteliği taşımaktadır. Barış ve uzlaşı kültürüne paha biçilmez bir katkı sağlayabilir. Bunun ise önemsenmesi gerekir, çünkü barış ve huzurun sağlanabilmesi, insanoğlunun varoluşundan beri en büyük özlemlerinden ve hayallerinden bir tanesidir. Alevi insanı da belki de bu yüce değerin çoğu kez tam anlamıyla farkında değildir ama Rızalık gibi bir düşünce tarzına günümüzde herkesin ihtiyacı bulunmaktadır.
Çizim: Duygu Korkmaz, © Alevitische Gemeinde Duisburg e.V.
Rıza Şehri
Bu bölümde, Buyrukta anlatılan Rıza Şehri’ne yer vermek istiyoruz. Bu anlatım rızalık düşüncesinin derinliğini ve ruhunu anlayabilmek için önemli bir örnek teşkil etmektdir. Cem erkânlarında Rızalık alınıp-verilirken dedeler bu konuya değinmeyi ihmal etmezler. Rıza Şehri’ni örnekleme yaparak anlatırlar. Bizde burada Buyrukta anlatılan Rıza Şehrini hiçbir yorum yapmadan aynen aktarmayı hedefliyoruz. Böylece konunun yazılı kaynaklarda nasıl işlendiğine dair fikir sahibi olunacağını düşünüyoruz. Ayrıca genç nesillere Rızalığı anlatırken, Buyruğu kaynak gösterip oradaki anlatımdan yararlanmak mümkün hale gelmiş olacaktır. Buyrukta Rıza Şehri şu şekilde anlatılmaktadır:
“Bir zamanlar, bir sofu (bir insan) dünyayı gezmeye çıktı. Bir gün, yolu bir şehre düştü. Bu şehir, şimdiye dek gördüğü şehirlere benzemiyordu. Sabah saatinde herkes işine gücüne gidiyor, sessizlik içinde yaşam sürüyordu. Şehrin alışılmamış bir düzeni vardı. Sofu, şehrin bu düzenini görünce şaşakaldı. Öyle ki, birisine yaklaşıp bir şey sormaya cesaret edemedi. Karnı acıkmıştı. Şehri gezerken bir fırın gördü. Ekmek almak için içeri girdi. Fırıncıya para uzatarak ekmek istedi. Ama fırıncı hayretle paraya baktı.
“Bu ne bu? Biz bunu kaldırmak için yıllarca uğraştık, büyük savaşlar verdik. Anlaşılan sen Rıza şehrinden değilsin, Dünyalı olmalısın” dedi.
Sofu:
“Evet, bu şehirden değilim” diye karşılık verdi.
Fırıncı:
“Hele belli oluyor. Dur, öyleyse seni görevlilere teslim edeyim. Onlar seninle ilgilenirler. Bizim şehrimizde para pul geçmez” dedi.
Fırıncı bu sofuyu görevlilere teslim etti. Görevliler önce kendi aralarında bu sofuyu ne yapacaklarını tartıştılar. İçlerinden biri;
“ Meclise götürelim, ulular karar versin” dedi.
Öbürleri de bu görüşe katıldılar. Bunun üzerine, tümü meclisin yolunu tuttu. Yol boyu Sofu düşünüyordu. İçinden, “Paranın geçmediği bir şehir. Görevliler, ulular meclisi, şimdi ne görkemli yerdir, gör ulular meclisi” diye kurdu.
Neyse, bir süre yürüdükten sonra divana vardılar. Ama sofu bir kez daha şaşakaldı. Çünkü divan denen bu meclis, hiç de düşündüğü gibi büyük ve göz kamaştırıcı değildi. Düşündüğünün tam karşıtıydı. Bir sessiz köşede küçük bir yapı idi. Yerlere basit kilimler serilmişti. Ak sakallı ulular bağdaş kurmuş kentin sorunlarını görüşüyorlardı. Görevliler uluları selamladıktan sonra;
“Bu Dünyalı şehrimize girmiş. Acıkmış, ekmek almak için bir fırına girmiş. Fırıncıya para vermeye kalkmış. Bunun üzerine fırıncı farkına varıp bize teslim etti. Ne yapalım?” diye sordular.
Ulular:
“Bunu neden buraya getirdiniz? Törelerimizi biliyorsunuz. Konakta bir odaya yerleştirin, aşevine götürün, gerekeni yapın!” diye buyurdular.
Bunun üzerine görevliler Sofu ile birlikte geri döndüler. Önce bir aşevine götürdüler. Karnını doyurdular. Sonra kentin konukları için yapılmış konağa götürdüler. Bir odaya yerleştirdiler. Sofuya kentte ne yapması, nasıl yaşaması gerektiğini anlattılar.
“Burada para pul geçmez. Burası Rıza şehridir. Rızalıkla her istediğini alır, her istediğini yaparsın,” dediler, “yeter ki rızalık olsun. Bunu unutma” diye uyardılar.
Sofu konağa yerleşti, gezip dolaştı. Rahatı yerindeydi. İstediği yerde yiyip içiyordu. Hiç kimse “ne arıyorsun?” diye sormuyordu. Birkaç gün sonra eşyalarını topladı. Şehirden ayrılıp yola koyulmak istedi. Ama görevlileri karşısında buldu.
Görevliler:
“Gidemezsin!” dediler. “Bu şehir Rıza şehridir, adı üstünde. Sen buraya rızan ile geldin. Bizde sana yiyecek verdik, yatacak yer sağladık. Bu şehirde kaldığın sürece bizden razı kaldın mı?”
Sofu:
“Kuşkusuz razı kaldım, sağ olun!” diye karşılık verdi.
Görevliler:
“Şimdi bizim de senden razı kalmamız gerek. Bu yiyip, içip yattığın günler için çalışmalısın.”
Sofu:
“O ki töreniz böyle, çalışayım” diye kabul etti.
Görevliler sofuya yapabileceği bir iş verdiler. Konakladığı odadan alıp daha büyük bir eve yerleştirdiler. Artık o da Rıza şehrinden bir adam olmuştu. Her sabah işine gidiyor, akşama dek çalışıp evine dönüyordu. Yavaş yavaş dost, arkadaş edinme çabasına girişti. Ama her kiminle konuşmaya başlasa ilk sorulan, “Sen Dünyalı mısın?” oluyordu. Bu şehrin insanları kavga, çekememezlik, kendini beğenmişlik gibi tüm kötülüklerden arınmışlardı. Böylece gün geçti, ay geçti. Sofu, şehri iyiden iyiye sever oldu. Dünyayı gezme düşüncesinden vazgeçti. Bu şehirde kalmaya karar verdi. Ama hala yalnızdı. Bir gün yakın bulduğu bir arkadaşına açıldı;
“ Sizin bu şehirde nasıl evlenilir, ne yapılır?” diye sordu.
Arkadaşı:
“Şehrin ortasındaki bahçe var ya, işte orada her cuma günü tanışmak, dost edinmek isteyenler toplanır. Gençler gelirler. Herkes orada beğendiği anlaştığı biri ile evlenme yolunu arar. Orada tanışırlar. Anlaşırlarsa evlenirler” dedi.
Sofu, Cuma günü söylenilen bahçeye gitti. Kocaman bahçe tıklım tıklım doluydu. Türlü giysiler içinde genç kızlar kelebek gibi dolaşıyorlardı. Genç kızlar, oğlanlar sohbet ediyorlardı. Birbirini beğenip anlaşanlar uzaklaşıyordu. Anlaşmayanlar ayrılıp başkasına yaklaşıyorlardı. Sofu, olup bitenleri bir süre hayranlıkla izledi. Sonra, kanının kaynadığı bir kıza yaklaştı. Ama o bacının ilk sorusu;
“Sen Dünyalı mısın?” oldu.
Sofu aylardan beri hep bu sözü duymaktan iyiden iyiye bıkmıştı.
“Evet, Dünyalıyım. Ne olacak?” diye karşılık verdi.
“Davranışlarından hemen belli oluyor. Ama alınma, zararı yok. O ki, beni kendine eş seçmek istiyorsun, bu konuda ben de sana yardımcı olurum, davranışlarını düzeltirsin” dedi.
Bacı ile sofu anlaşmaya niyet ettiler. İşten artan boş zamanlarında buluşup konuşuyorlardı. Sofu bir keresinde bacı ile buluşmaya giderken, yolun kıyısında kocaman bir nar bahçesi gördü. Bahçenin ne duvarı, ne bekçisi, ne korucusu vardı. Hemen bahçeye daldı. Kimse görmeden bahçeden birkaç nar kopardı. Yakalanırım korkusu ile ivedi davranıp ağacın birkaç dalını kırdı. Ama ne kimse geldi, ne de sordu. Sofu narları toplayıp bacı ile buluşacakları yere gitti. Henüz bacı gelmemişti. Narları bir tabağa koydu. Masanın üzerine yerleştirdi. Bacının gelmesini bekledi. Nitekim bir süre sonra bacı geldi. Ne var ki, narları görmesine karşın hiç ilgilenmedi. Oysa sofu, bacının narları görüp ilgilenmesini, sevinmesini bekliyordu. Bacı her zamanki yerine oturdu. O zaman sofu dayanamadı. Bacıya narları gösterdi.
Bacı:
“Bunları nereden aldın?” diye sordu.
Sofu narları nereden kopardığını söyledi.
Bunun üzerine bacı:
“Beni düşündüğün için sağol. Ama o bahçenin yerini, varlığını ben de biliyorum. Canım isteseydi gidip ben de alabilirdim. Şimdi benim canım istemiyor. Bu narlar burada boşuna çürüyecek. Başkalarının hakkını boşuna çürütmüş olacağız. Gelirken öğrendim. Narları koparırken bahçeye de bir sürü zarar vermişsin. Oysa daha dikkatli davranıp bahçeye zarar vermeyebilirdin. Burada kimse senden bir şey kaçırmıyor ki…
Bunca süredir Rıza şehrinde yaşıyorsun. Bu şehirde rızalıkla her şeyin serbest olduğunu bilmeliydin. Şimdi anlıyorum, sen bu şehre ayak uyduramayacaksın.”
Bunları söyledikten sonra bacı, sofuyu bırakıp gitti. Görevlilere söylemiş olacak ki, görevliler sofunun yaptıklarını divana bildirdiler. Divan sofunun durumunu tartıştı. Sonunda sofunun Rıza şehrine uymayacağına karar verildi. Bunun üzerine görevliler Dünyalı sofuyu şehirden attılar.
Bu anlatım dikkatli okunduğunda Aleviliğin o paylaşımcı, eşitlikçi ve mütevazi yaklaşımı bir kez daha karşımıza çıkmaktadır. Karşılıklı Rızalık, Alevi insanının vazgeçemeyeceği prensiplerin başında gelmektedir. Bu bağlamda gönül kırmamayı, incitmemeyi ve izinsiz bir davranışta bulunmamaya gayret gösterir. Rıza şehri örneği, Alevi inancındaki hümanist ruhu ve ortaklaşa yaşama düşüncesinin bir kez daha altını çizmektedir. Anlatımın bizlere vermek istediği mesaj çok nettir. Rıza şehrinde egoizme, kişisel hırslara, dünyevi çıkarlara, tembelliğe, kötülüğe yer yoktur. Bunun aksine muhabbete, ortak üretime, eşitliğe, paylaşıma, özgürlüğe, sevgiye, birliğe ve dirliğe yer vardır. Bu türden bir düşünce biçimi ise çağımız dünyasının en çok ihtiyaç duyduğu öğelerin başında gelmektedir.
Rızalığın Üç Türü
Alevilikte rızalığın üç türlü olduğu kabul edilir:
Buna göre kişi, ilk önce kendi kendisiyle razı olmalıdır. Bu konu ile ilgili Buyrukta şu ifadeler yer almaktadır:
“Kendi kendi ile rıza, sofunun pir önünde, başı secdede iken kendi kendini ölçmesi, kendi kendini yargılamasıdır. Kendi özü ile yüzleşmesidir. Hiç kimsenin tanıklığı, şikayeti olmaksızın kendi özünü yargılamasıdır. Ve de kendi suçunu kendi gözü ile görmesidir. Yeryüzü bir uğraş alanı, secde bir aynadır. Sofu ayna içinde kendini görecektir…”
Rızalığın ikinci türü ise kişinin toplum ile olan rızasıdır. Buna göre kişinin toplum ile olan münasebetlerinde rızalık aranır. Bu konu Buyruk’ta şöyle anlatılır:
“Yolumuzda kişinin eline, diline, beline sahip olması gerekir. Bu üç mühür kişiyi kötülükten uzak tutar. Bir sofu bunlara gem vurmazsa sofu olamaz. Kendini bulamaz. Toplum ondan, o toplumdan razı olamaz…”
Rızalığın üçüncü şekli ise Hak-Muhammed-Ali yoluna girmek isteyen canların bunu özgürce yapmalarıdır. Yola kendi rızalarıyla girmeleridir. Bu konuyla ilgili Buyrukta şu ifadeler bulunmaktadır:
“Yolumuza giren can, rıza ile girer. Hiçbir zorlama, hiçbir baskı söz konusu değildir. Yolumuza rıza ile giren canın yolumuzun gereklerini inanarak, severek, rıza ile yerine getirmesi gerekir. Yolumuza giriş müsahiplikle başlar. Müsahip olmak demek, malı mala, canı cana katmak demektir. Rızalık olayını en küçük çerçeve içinde başlatmak demektir…
İster pir olsun, ister talip olsun, bütün tarikat ehlinin her an rıza ile iş yapması gerekir. Kendi aralarında rıza oluşturmaları gerekir.”
Görüldüğü üzere Alevi inancında Rızalık konusu çok büyük bir öneme sahiptir. Rızasız hiçbir işin yapılmaması yönünde sürekli telkin ve nasihat verilmektedir. Hakk’ın huzurunda insanların birbirinden razı olmaları aranmaktadır. Ayrıca Rızalık kişinin sosyalleşmesini sağlayan, buna gerekli altyapıyı hazırlayan, etkili bir düşünce biçimi ve yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır. Rekabetin ve egoizmin had safhalarda yaşandığı günümüz toplumlarında, insana insan olduğunu hatırlatan erdemli bir felsefeyi, Rızalık fikrinin içerdigini söyleyebiliriz.
Çok hızlı gelişen toplum koşulları karşısında insanların buna ayak uydurmakta zorluk çektiği, çoğu zaman değerlerini kaybettiği ve aynı zamanda sürekli bir gerilim ve stres altında yaşadığını gözlemlemek hiç de zor değildir. Bu baş döndürücü hızlı yaşam ve tüketim budalalığı, insanoğlunun psikolojik sınırlarını zorlamakta ve onu çoğu kez çığırından çıkarmaktadır. Buna bağlı olarak da birçok iş ve davranış maalesef Rızasız yapılmaktadır. İnsanların birçoğu vicdanlı davranışın çerçevesini zorlamakta ve bunun neticesinde ise bencilliğine yenilip istenmeyen davranışlarda bulunabilmektedir. Bu tür olumsuz davranışlara örnek teşkil edebilecek güncel bir olayı örneğin, sosyal medyanın durumunu burada aktarmakta yarar görüyoruz. Elbette ki bu türden örnekleri çoğaltmak mümkündür. Fakat biz burada bir tanesi ile yetineceğiz. İletişim teknolojilerinin son yıllarda akıl almaz bir düzeyde gelişme gösterdiği, hepimizin malumudur. Bilgisayarlar hayatımızın her alanına girmiş durumdadır.
Sosyal medya diye isimlendirilen yeni bir haberleşme alanı ve şekli doğmuştur. Bu tür iletişim teknolojilerinin beraberinde getirdiği faydalar ve kolaylıkların yanı sıra, hiç hoş olmayan çok zararlı davranışlara da sebebiyet vermektedir. İnsanlar saatlerce çeşitli şekillerde vakitlerini bilgisayarlar önünde geçirmekteler. Bir çoğu gerçek dünyadan kopuk bir halde, sanal bir dünyada yaşmaktalar. Bire bir insan ilişkilerinden ziyade, bilgisayar arkadaşlığı şeklinde vuku bulan yeni bir tür insan ilişkisi ortaya çıkmıştır. Yan yana aynı mekanda bulunan insanlar bile, bir birleriyle konuşmak, sohbet etmek yerine, ellerinde bulunan makinalarla iletişim halindeler. Bilgisayarlar sanki solunum cihazıymış gibi onlarsız nefes alınamayacakmış gibi ilginç bir durum yaşanmaktadır. Maalesef bilgisayar bağımlılığı diye tanımlanan, çağımızın en ciddi hastalıklarından bir tanesi günden güne yayılmaktadır. Kısaca değindiğimiz etkilerin dışında bizce en vahim olanı da şudur:
İnsanların bir çoğu birbirlerinin rızalığını almadan sanal ortamda, yani bilgisayar dünyasında, başka insanların kişilik bilgilerini veya özel bilgilerini çok rahat ve sorumsuzca paylaşabilmekteler. Resim, video, müzik ve yazılı şekillerde bulunan elektronik bilgiler, kolayca izin alınmadan verilebilmektedir. Böylece her şey ulu orta yaşanır bir hale dönüşmüş durumdadır. Bir kişiye kızıyorsanız veya sevmiyorsanız, o şahsı çok kolay bir şekilde sosyal medyada yerebilir, asılsız suçlamalar getirebilir, insanlık onuruyla oynayabilir, zarar verebilirsiniz. Gizli acık neyi varsa ortaya dökebilirsiniz. Bu çoğu zaman o kişiyle de sınırlı kalmamaktadır. Diğer aile fertleri de bunun altında özellikle psikolojik olarak ezilebilir ve tamiri çok zor olan sıkıntılar ile karşılaşabilirler. İşte tamda bu olumsuzlukların yaşanmaması için tekrar Rızalık fikrinin altını çizmek gerekir. Rızalık anlayışının ilk başta günümüz iletişim teknolojileriyle ve yukarda verilen örnekle bir ilgisi yokmuş gibi gözükse de durum iyi analiz edildiğinde, bu konunun tamda Rızalık düşüncesiyle yakından alakalı bir şey olduğu hemen anlaşılacaktır. Bir meyvayı bile Rızasız almayan, Rıza Şehrinin sakinleri gibi bizimde kimsenin Rızası olmadan herhangi bir davranış içine girmememiz gerekmektedir. Kanaatimizce insan temel yapı itibariyle nasıl eğitilirse öylede davranır. Karşılıklı Rızalık düşüncesini, genç nesillere eğitim yoluyla aşılamak, bu doğrultuda hepimizin sorumluluğu olmalıdır. Rızalık uygulaması geçmişte kalan nostaljik bir gelenek gibi gözükebilir. Fakat unutulmamalıdır ki bu anlayış günümüze de ışık tutabilecek engin bir felsefik düşüncedir. Verdiğimiz sosyal medya örneğini bu bağlamda düşünün. Rızalık kültürünü almış bir insan vicdan muhasebesi yapmadan izinsiz herhangi bir işlem yapabilir mi? Rızalık anlayışının yaygınlaşması, insanlar üzerinde olumlu ve derin psikolojik etkiler bırakacağını düşünüyoruz. Barış ve kardeşlik içinde yaşamak için Aleviliğin geliştirmiş olduğu bu inanç ve felsefe yaklaşımını hayata geçirebilmek, yapılacak işlerin belki de en güzeli olacaktır.
[1] Buyruk, (Hazırlayan) Prof. Dr. Fuat Bozkurt, s.152-156
[2] A.g.e. , s.156, 157